Türkçenin Tarihi Gelişimi
(Muharrem Ergin)
Eski Türkçe
Türk yazı dilinin ele geçen ilk örnekleri Orhun
Âbidelerinin metinleridir. Fakat bu metinler şüphesiz Türkyazı dilinin ilk
örnekleri değildir. Çünkü Orhun Âbidelerindeki dil yeni teşekkül etmiş bir yazı
dili olarak değil, çok işlenmiş bir yazı dili olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
bakımdan, Türk yazı dilinin başlangıcını ele geçen bu ilk metinlerden çok daha
öncelere çıkarmak gerekir. Türk yazı dilinin sekizinci asırdan sonraki
gelişmesi ile mukayese edilerek bir tahmin yürütülürse, Orhun abidelerindeki yazı
dilinde hiç değilse bir kaç asırlık bir gelişme mevcut olduğuna kolaylıkla
hükmolunabilir. Buna göre Türk yazı dilinin başlangıcını Milâdın ilk
asırlarına, hiç olmazsa Orhun âbidelerinden bir kaç asır önceye çıkarmak doğru
olur. Fakat Orhun kitabelerinden daha eski bir metin ele geçmediği için bu yazı
dilini ancak sekizinci asırdan itibaren takip edebilmekteyiz.
İşte nazarî olarak Milâdın ilk asırlarında başladığını
kabul ettiğimiz ve ilk ele geçen metinleri sekizinci asra ait olan bu yazı dili
12 – 13. asra kadar devam etmiş olup, bu devre Türk yazı dilinin ilk devresini
teşkil etmektedir. Bu ilk yazı dili devresi ayni zamanda müşterek bir yazı dili
devresidir. Yani bu yazı dili bütünTürklüğün tek yazı dili olarak kullanılmış,
Orta Asya’da geniş bir sahayı kaplayan Türklük âlemi asırlar boyunca hep ayni
dille okuyup yazmıştır. O devirden kalma eserlerde görülen ufak tefek farklar
ise saha ve zaman farklarından ileri gelen normal ayrılıklar olup tek bir yazı
dilinin hudutlarını aşacak mahiyette değildir.
Kâşgarlı’nın en çok beğendiği ve şivelerle
karşılaştırırken “Türkçe” diye adlandırdığı, Hakaniye Türkçe’si, yahut başka
eserlerde Kâşgar dili, Kâşgar Türkçe’si adı ile anılan dil hep bu ilk Türk yazı
dilidir. Bu yazı dili devresinden gelen eserlerin büyük bir kısmı Uygur yazısı
ile yazılmış olduğu için bu devreye Uygur devresi, bu yazı diline de Uygurca
denilebilir. Fakat Türkoloji öğretiminde Türkçe’nin bu ilk devresi için bugün
en uygun isim olarak “Eski Türkçe” tâbirini kullanmaktayız. Türkçe’nin ondan sonraki
çeşitli gelişmelerinin kaynağı hep bu devreye çıkmakla, bugün geniş sahalarda
ayrı kollara ayrılmış bulunanTürkçe’nin bütün şekillerinin menşei bu devrede
bulunmakta, kısacası, Türkçe’nin bütün yapısı bu devre ile izah
edilebilmektedir. Demek ki bu devre Türkçe’nin ana Türkçe devresi, ilk devresi,
eski devresidir. Onun için bu devreyi “Eski Türkçe” diye adlandırmak çok
yerindedir. Bu kitapta biz de bu ismi kullanacağız.
O hâlde Türk yazı dilinin ilk devresi Eski Türkçe’dir.
Eski Türkçeden daha önceki devir ise Türkçe’nin karanlık devridir. O devir
artık Eski Türkçe’nin Çuvaşça ve Yakutça ile, bunların da daha ileride Moğolca
ile birleştikleri devirdir.
Türkçe tarih boyunca iki gramer yapısına sahip olmuştur.
Eski Türkçe devresi Türkçe’nin eski gramer yapısını temsil eder. Ondan sonraki
devreler Türkçe’nin yeni gramer yapısına sahip olan devrelerdir.
Kuzey-doğu Türkçe’si, Batı Türkçe’si
Eski Türkçeden sonraki devre gelince, bu devirde Türkçe
karşımıza birden fazla yazı dili ile çıkmaktadır. Eski Türkçe’nin sonlarında
Orta Asya’daki Türklük âleminin parçalanarak büyük kütleler hâlinde Hazar
Denizinin güney ve kuzeyinden kuzeye ve batıya yayılması, yeni kültür
merkezlerinin meydana gelmesi, İslâm kültürünün Türkler arasına gittikçe
kuvvetli bir şekilde yerleşmesi, yeni mefhumlarla birlikte yeni bir yazının
kabulü gibi çeşitli dış sebeplerle beraber Türkçe’nin içinde bir müddetten beri
kendisini hissettiren tabiî gelişmeler neticesinde ortaya çıkan büyük
değişiklikler yazı dili birliğini parçalayarak Eski Türkçe’nin ömrünü
tamamlamış ve ayrılan Türklük kollarının yeni kültür merkezleri etrafında kendi
şivelerine dayanan yazı dilleri meydana getirmeleri birden fazla yeni yazı
dilinin doğmasına ve gelişmeğe başlamasına sebep olmuştur. Böylece 12-13.
asırdan sonra biri Kuzey-doğu Türkçe’si, diğeri Batı Türkçe’si olmak üzere iki
Türk yazı dili meydana geldiğini görmekteyiz.
Kuzey Türkçe’si, Doğu Türkçe’si
Bunlardan Kuzey-doğu Türkçe’si önce 13 ve 14. asırlarda,
bir müddet, Eski Türkçe’nin tabiî ve yeni bir devamı olarak eski ve yeni
arasında köprü vazifesi gören bir geçiş devresi hâlinde devam etmiş, sonra 15.
asırdan itibaren Kuzey Türkçe’si ve Doğu Türkçe’si olarak iki yeni yazı diline
ayrılmıştır. Son zamanlara kadar devam eden bu yazı dillerinden Kuzey Türkçe’si,
Kıpçak Türkçe’sidir. Doğu Türkçe’si ise Çağatayca gibi yanlış bir isimle anılan
ve Timur devrinde başlayarak 15. ve 16. asırlarda kuvvetli bir edebiyat meydana
getirmek suretiyle en parlak çağını yaşadıktan sonra son zamanda yerini modern
Özbekçe’ye bırakan yazı dilidir.
Batı Türkçesi
Batı Türkçesi’ne gelince, bu yazı dili 12. asrın ikinci
yarısı ile 13. asrın ilk yarısında teşekküle başladığı anlaşılan, 13. asrın
ikinci yarısından itibaren de metinlerini günümüze kadar aralıksız bir şekilde
takip ettiğimiz yazı dilidir. Selçuklulardan başlayarak bugüne kadar gelen ve
devam etmekte olan bu yazı dili, Türklüğün en büyük ve en verimli yazı dili
durumundadır. Batı Türkçesinin esasını Oğuz şivesi teşkil eder. Onun için bu
yazı diline Oğuz Türkçe’si de denilebilir. Oğuz şivesi Hazar Denizinden
Balkanlara kadar uzanan sahaya yayılmış bulunan Türkçe’dir. Bu saha ise batı
Türklerinin yaşadığı sahadır. Onun için Oğuzyazı diline, Oğuz Türkçe’sine umumî
olarak Batı Türkçe’si adını vermekteyiz. Türkolojide Batı Türkçe’si için bazen
Cenup Türkçe’si veya Cenup Şivesi adı da kullanılmaktadır. Fakat bu Şimal
Türkçe’sine göre verilen bir addır ve şüphesiz Batı Türkçe’si kadar uygun
değildir.
Azeri Türkçesi, Osmanlı Türkçesi
Batı Türkçesinin içinde saha bakımından zamanla iki daire
meydana gelmiştir. Bunlardan biri Azeri ve Doğu Anadolu sahasını içine alan
doğu Oğuzcası, diğeri Osmanlı sahasını içine alan batı Oğuzcasıdır. Doğu ve
batı Oğuzcaları arasında ilk asırlarda çok küçük saha farkları dışında bir
ayrılık mevcut olmamış, bu saha farkları yavaş yavaş genişleyerek ancak 17.
asırdan sonra doğu ve batı Oğuzca dairelerini meydana getirmiştir.
Bununla beraber arada yine iki yazı dili olacak kadar
fark mevcut değildir ve her ikisi de ayni şiveye, yaniOğuz şivesine
dayandıkları için Azeri ve Osmanlı Türkçeleri ancak tek bir yazı dilinin kardeş
iki dairesi sayılabilirler. Esasen doğu ve batı Oğuzcası arasındaki farklar
daha çok şivede yani konuşma dilinde kalmış, devamlı olarak Osmanlı kültür ve
edebiyatının tesiri altında kalan Azeri sahasında yazı dili,Osmanlı
Türkçe’sinden konuşma dilindeki ile mukayese edilemeyecek kadar az bir ayrılık
göstermiştir.
Azeri ve Osmanlı Türkçeleri arasında, daha çok şivede
kalan bu ayrılığın sebeplerini doğu OğuzcasınaOğuz dışı Türk şivelerinin, bilhassa
zaman zaman kuzeyden gelen Kıpçak unsurlarının yaptığı tesir ile İlhanlılardan
kalan bazı Moğol izlerinde aramak lâzımdır. Bunlardan birincisi doğu Oğuzcasını
batıOğuzcasından bazı şekiller bakımından biraz farklı yapmış, ikincisi ise
Azeri Türkçe’sinde bazı Moğol asıllı kelimeler bırakmıştır.
Bilhassa konuşma dili bakımından birbirinden farklı olan
Azeri ve Osmanlı Türkçe’si arasındaki başlıca ayrılıklar, kelime başındaki b-m,
kelime içindeki q-ġ, h, ilk hecedeki e-i, kelime başındaki t-d ile akkuzatif ve
bazı fiil çekim şekilleri etrafında toplanır. Bu ayrılıklar daha çok konuşma
dilinde kaldığı, yazı diline aksedenlerin ise ancak son devir Azeri
Türkçe’sinde görülebildiği, Azeri sahasında yetişen başlıca edebî şahsiyetlerin
bulunduğu 17. asırdan önce de doğu ve batı Oğuzcaları arasında kayda değer bir
ayrılık bulunmadığı için bu iki Oğuz Türkçe’si yazı dili olarak Batı Türkçe’si
adı altında bir bütün teşkil ederler.
Batı Türkçesinin Gelişmesi
Batı Türkçesinin yedi asırlık uzun hayatında bazı merhaleler
vardır. Bu merhaleler onun iç ve dış gelişme seyri içinde görülen çeşitli
safhalardır. Gerçekten Batı Türkçe’si uzun gelişme seyri içinde bugüne kadar iç
ve dış yapısı bakımından muhtelif gelişmeler ve değişiklikler göstermiştir. İç
yapı bakımından gösterdiği değişiklikler, Türkçe kök ve eklerde görülen bazı
ses ve şekil değişiklikleri olup, doğrudan doğruyaTürkçe’nin tabiî gelişmesi
ile ilgilidir. Dış yapı bakımından Batı Türkçe’sinde görülen çeşitli safhalar
ise,Türkçe’nin bünyesi ile ilgili olmayıp, onun, içine karışan yabancı
unsurlara göre aldığı değişik görünüşlerden ibarettir.
Demek ki Batı Türkçe’sinde Türkçe’den başka bir de
yabancı unsurlar vardır. Bu unsurlar çeşitli Arapça veFarsça kelime ve
terkiplerdir. Türklerin İslam kültürü çerçevesine girmeleri dolayısıyla
Türkçe’ye sokulanArapça ve Farsça unsurlar, Türkçe’yi Eski Türkçeden sonra,
yeni yazı dilleri devresinde istilâya başlamış, bu istilâ bilhassa Batı
Türkçe’sinde korkunç bir gelişme göstererek bir kaç asır içinde Türkçe’yi âdeta
tanınmaz bir hâle getirmiştir.
Arapça ve Farsça unsurların Batı Türkçe’si içindeki
durumu yedi asır boyunca hep ayni olmamış ve çeşitli safhalar göstermiştir. Bu
sebeple Batı Türkçe’si içinde hem Türkçe bakımından, hem de yabancı unsurlar
bakımından birbirinden farklı bir kaç devre var demektir.
İşte 13. asırdan günümüze kadar Batı Türklerinin yazı
dili ola gelmiş bulunan Batı Türkçe’si iç ve dış gelişme ve değişiklikler
bakımından şu üç devreye ayrılır:
1. Eski Anadolu Türkçe’si
2. Osmanlıca
3. Türkiye Türkçe’si
Eski Anadolu Türkçesi
Eski Anadolu Türkçe’si 13, 14 ve 15. asırlardaki
Türkçe’dir. Batı Türkçesinin ilk devrini teşkil eden bu Eski Anadolu Türkçe’si
bilhassa Türkçe bakımından kendisinden sonraki iki devreden çok farklıdır. Bu
devreye Batı Türkçesinin bir oluş, bir kuruluş devresi olarak bakmak yerinde
olur. Batı Türkçesini Eski Türkçe’ye bağlayan birçok bağlar bu devrede henüz
kendisini iyice hissettirmektedir. Bu devreden sonraki Türkçe’de gördüğümüz
birçok yeni şekiller bu devrede henüz Eski Türkçedeki eski şekillerinin izlerini
taşımaktadırlar.
Eski Anadolu Türkçe’si bir taraftan böylece Eski
Türkçe’nin izlerini taşırken diğer taraftan köklerde ve eklerde bazı ses ve
şekil ayrılıkları göstermek suretiyle Osmanlıca ve Türkiye Türkçe’sinden biraz
farklı bir durum arzeder. Öyle ki Batı Türkçe’si içinde Türkçe bakımından
mevcut başlıca değişiklikler bu devre ile bundan sonraki iki devre arasındaki
değişikliklerdir. Yani Batı Türkçesini yalnız Türkçe bakımından devrelere
ayırırsak Eski Anadolu Türkçe’si ve Osmanlıca – Türkiye Türkçe’si diye ikiye
ayırmamız icap eder. Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında Türkçe
bakımından, Eski Anadolu Türkçe’sindenOsmanlıcanın ilk devirlerine taşan bir
kaç şekil dışında, bariz bir ayrılık yoktur.
Eski Anadolu Türkçe’si yabancı unsurlar bakımından
denilebilir ki Batı Türkçesinin en temiz devridir. Bu devirde Türkçe’ye Arapça
ve Farsça unsurlar girmeğe başlamıştır. Fakat bu unsurlar kesifliğini yavaş
yavaş arttırmış ve ancak devrenin sonlarında geniş bir istilâ başlangıcı hâlini
alarak Osmanlıcanın doğuşunu hazırlamıştır. Eski Anadolu metinlerinde görülen
Arapça ve Farsça kelimeler henüz çok fazla olmadığı gibi devrenin sonlarına
doğru artan terkipler de henüz açık ve basit bir durumdadır. Yabancı unsurlar
bakımından bu devirde manzum ve mensur metinler arasında da oldukça fark
vardır.
Gittikçe artan yabancı kelime ve terkipler daha çok nazım
dilinde görülür. Nesir dili ise çok temiz ve duru bir Türkçe olarak devrenin
sonunda bile Arapça ve Farsça kelimeler ve bilhassa terkiplerden mümkün olduğu
kadar uzak kalmıştır. 15. asrın ortalarına doğru ikinci Murat devrinde geniş
bir kültür hamlesinin ifadesi olarak meydana getirilen telif ve tercüme pek çok
Türkçe eserin dili bunu açıkça göstermektedir. Nazım dilinde ise, şiirin Fars
taklitçiliği üzerine kurulması ve vezin, şekil zaruretleri yüzünden duruluk çok
muhafaza edilememiş ve Türkçe’deki gelişmeler bakımından devre daha bitmeden,
15. asırda, basit de olsa terkipler ve yabancı kelimeler adam akıllı çoğalmış
ve Türkçe’yi sarmıştır. Bu yüzden asrın ikinci yarısı Osmanlıcanın temelini
atan, onun başlangıcını teşkil eden bir devir olmuş, Eski Anadolu
Türkçe’siTürkçe hususiyetleri bakımından devrini ancak Osmanlıcanın başlarında
tamamlamıştır.
Eski Anadolu Türkçesinin cümle yapısı ise Türkçe’nin
başlangıçtan bugüne kadar hep ayni kalan normal cümle yapısı dışına
çıkmamıştır. Gerek nesirde, gerek şiirde Türk cümlesi bu devirde normal, sade,
anlaşılan, unsurları yerli yerinde ve doğru cümle olarak kalmış, tercüme
sadakati yüzünden nadir olarak kırıldığı yerler dışında, umumiyetle sağlam
yapısını muhafaza ederek Osmanlıca devrine girmiştir.
Osmanlıca
Osmanlıca Batı Türkçesinin ikinci devri olup 15. asrın
sonlarından 20. asrın başlarına kadar devam etmiş olan yazı dilidir. Dört
asırdan fazla bir ömrü olan Osmanlıca, şüphesiz hep ayni kalmamış, baştan ve
sondan geçiş devirlerinde ve ortada, hudutları kesin olarak çizilemeyen
birbirine geçmiş çeşitli iç merhâleleri olmuştur. Fakat iç ve dış bakımından
esas vasıfları itibariyle Osmanlıca ismi altında bu ismin çok iyi ifade ettiği
bir bütünlük gösterir.
Türkçe bakımından, Osmanlıca’da aşağı yukarı mühim hiçbir
değişiklik olmamış, Eski AnadoluTürkçe’sinden sonra günümüze kadar Türkçe’nin
başlıca şekilleri hemen hemen hep ayni kalmıştır. Yani gramer şekilleri
bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında belirli bir ayrılık yoktur.
Yukarıda da söylediğimiz gibi Türkçe bakımından ancak bu son iki devre ile Eski
Anadolu Türkçe’si arasında belirli ayrılıklar vardır.
Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında çok küçük şekil
farklarına rastlansa bile bunlar zaman ayrılıklarına dayanan basit
değişikliklerden başka bir şey sayılmamalıdırlar. Eski Anadolu Türkçe’si,
BatıTürkçesinin eski gramer şekillerini, Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si ise
Batı Türkçesinin yeni gramer şekillerini ihtiva eden devrelerdir. Yani, gramer
şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında bir devre farkı
yoktur.
Devrelerin birbirine geçişi keskin çizgilerle
ayrılamayacağı için eski Anadolu Türkçe’si ile Osmanlıcaarasında da uzun bir geçiş
safhası olmuştur. Osmanlıca’nın başlangıcını teşkil eden ve 15. asrın ikinci
yarısı ile 16. asrın ilk yarısını içine alan devirde eski gramer şekilleri,
yerlerini henüz tamamıyla yeni şekillere bırakmış değillerdi.
Bu eski şekillerden bazıları Osmanlıca’nın içinde daha
sonraları da kendisini muhafaza etmiş, bunlardan klişeleşmiş olarak Türkiye
Türkçe’sine geçenler bile olmuştur. Bazı yeni şekiller ise oluşunu
ancakOsmanlıca içinde tamamlamış veya kullanış sahasına bu devirde çıkmıştır.
İşte geçiş devrindeki normal gelişmeler, ondan sonraki küçük sızıntılar ve bazı
yeni şekillerin ortaya çıkışı dışında, Osmanlıca’ya Türkçebakımından başından
sonuna kadar bir durgunluk hâkim olmuş, 16. asırdan günümüze kadar Türkçegramer
şekilleri bakımından belirli hiçbir gelişme kaydetmemiştir.
Osmanlıca’yı batı Türkçe’si içinde bilhassa Türkiye
Türkçe’sinden ayrı bir devre hâlinde tutan şey onun dış yapısıdır. İç yapı,
yani Türkçe bakımından yalnız Eski Anadolu Türkçe’sinden farklı bulunan
Osmanlıca, dış yapı, yani yabancı unsurlar bakımından Eski Anadolu
Türkçe’sinden de, Türkiye Türkçe’sinden de çok büyük farklarla ayrılan bir
devre manzarası gösterir. Bu devre Türkçe’nin yabancı unsurlar tarafından tam
mânâsiyle istilâ edildiği, Türkçe’yi Arapça ve Farsça unsurların son haddine
kadar sardığı devredir.
Osmanlıca devrinde Türkçe’yi saran bu Arapça ve Farsça
unsurlar, sayısız Arapça ve Farsça kelime ve terkipler olup esas itibariyle
isim sahası içinde kalmıştır. Fakat bu sahada o kadar ileri gidilmiştir ki
bütün isim cinsinden kelimeler ve cümle içinde isim muamelesi gören bütün
kelime gurupları Arapça ve Farsçakelimelere ve terkiplere boğulmuştur. Bu
müthiş istilâdan fiil kökleri bile yakasını kurtaramamış,Türkçe’nin basit fiil
kökleri yerine Arapça ve Farsça kelimelerle Türkçe yardımcı fiillerden yapılmış
birleşik fiiller kullanılarak Türkçe, bugün de yaşamakta olan sayısız yabancı
köklü birleşik fiil ile dolmuştur.
Fiil dışında kalan isim cinsinden bütün kelimeler ve isim
muamelesi gören kelime gurupları sahasını böylece Arapça ve Farsça kelimelere,
sıfat ve izafet terkiplerine kaptıran yazı dilinde umumiyetle Türkçeolarak isim
ve fiil çekimi ile cümle yapısı kalmıştır. Fakat cümle yapısı da, Türkçe
kalmakla beraber, ağır darbeler yemekten kendisini kurtaramamış, birçok defa
esas bünyesi yıkılarak bozuk bir kelime yığınından ibaret olmuştur. Hülâsa,
Türk yazı dili Osmanlıca devrinde esas yapısı Türkçe olan fakat Türkçe,
Arapçave Farsça’dan meydana gelen üçüzlü, karışık ve son derece sun’î bir dil
manzarası göstermiştir.
Osmanlıcanın devreleri
Yabancı unsurların durumu bakımından Osmanlıca içinde üç
devre vardır. Osmanlıca’nın 15. asrın sonu ile 16. asrın büyük bir kısmını
içine alan ilk devresi Eski Anadolu Türkçe’sinde yazı diline sokulmağa başlayan
Arapça ve Farsça unsurların Türkçe’yi istilâ işinin çok sür’atlendiği devredir.
Bu devre, Osmanlıların İstanbul’a yerleşmesinden sonra kurulan saray hayatı ile
başlamış, bu saray etrafında gelişen edebiyat ve kültür hayatının Arap ve Fars
kültür ve edebiyatının nüfuzu altına girmesi Türk yazı diline bambaşka bir
istikamet vermiştir.
Bu devrede Türkçe Eski Anadolu devresindeki duruluğunu
kaybetmiş, yabancı unsurların kesafeti iyiden iyiye artmıştır. Fakat daha
sonraki asırlara göre henüz nisbî bir sadelik göze çarpar gibidir. Yabancı
kelime ve terkiplerin sayısı ve çeşitleri çok artmakla beraber terkip
zincirleri henüz son haddine varmış değildir. Fakat iyice karışık dil yolunda
çok sür’atli bir gidiş, çok kesif bir hazırlık vardır. Öyle ki devrenin sonu,
yani 16. asrın sonları artık koyu Osmanlıca’nın tam bir başlangıcı hâline
gelmiştir. Böylelikle ilk devir sona ermiş ve Osmanlıca’nın yeni bir devri
gelip çatmıştır.
Bu devre Osmanlıca’nın ikinci devresi olup 16. asrın
sonundan 19. asrın ortalarına kadar süren devredir ki başlıca 16. asrın sonu
ile 17. ve 18. asırları içine alır. Bu devrede karışık dil, koyuluğunun son
haddine varmış, yapısı güç halle Türkçe’ye benzeyen yazı dilinde Arapça ve
Farsça unsurlar arasında Türkçeunsurlar âdeta görünmez olmuştur. Osmanlıca
böylece Türkçelikten çıkmış bir hâle geldikten sonra nihayet üçüzlü sun’î dilin
en yüksek noktasından aşağıya doğru dönmeğe başlamış ve üçüncü devresine
girmiştir.
Osmanlıca’nın ayni zamanda son devresi olan bu üçüncü
devre, 19. asrın ortalarından başlayıp 20. asrın başlarına kadar gelen, yani
Tanzimattan 1908 meşrutiyetine kadar olan devri içine alır. Bu devrenin son
örnekleri 1908’den sonra da Cumhuriyete kadar, sür’atle ortaya çıkan yeni yazı
dilinin yanında, gittikçe zayıflayarak bir nıüddet daha devam etmiştir. Bu üçüncü
devre karışık dilin koyuluğunu yavaş yavaş kaybettiği devredir. Osmanlıca bu
devirde zaman zaman çok sun’î bir koyuluk göstermekle beraber umumî olarak bir
çözülme yoluna girmiş durumdadır. Bu çözülme nihayet 20. asrın başlarında
tamamlanarak Osmanlıca’nın hayatı sona ermiş ve Türkiye Türkçe’sine
geçilmiştir.
Osmanlıca’nın bu son devrini eskisinden ayıran mühim bir
fark da batıdan gelen yeni mefhumlar dolayısıyla yeni yeni Arapça ve Farsça
kelime ve terkiplerin yazı diline sokulması ve uydurulmasıdır. Bu hususta bazen
çok sun’î hareketler olmuş, lügat kitaplarına bakarak yazı yazanlar bile
çıkmıştır. Fakat umumiyetle terkipsiz Türkçe’ye gidiş temayülleri artmıştır.
Eski devirde de koyu Osmanlıca’nın yanında görülen oldukça sade dil örnekleri
bu son devrede umumî yazı dilinin yanı sıra sayılarını çok arttırmışlardır.
Bu devrenin sonları ise Türkçe’nin aydınlığa çıkışının
açık müjdeleri ile doludur. Öyle ki bu devir eserlerinin bir eli Osmanlıca’da,
bir eli Türkiye Türkçe’sindedir. Değişiklik bir neslin hayatı içinde ortaya
çıktığı, daha doğrusu meyvelerini verdiği için, artık dili bazen Osmanlıca,
bazen Türkiye Türkçe’si, veya önce Osmanlıca, sonra Türkiye Türkçe’si olan
şahıslar görülür. Hülâsa Osmanlıca’nın sonlarında yazı diliyabancı unsurlar ve
terkiplerden sür’atle temizlenmiş, böylece 20. asrın başlarında terkipli
karışık dil tarihe karışarak yerini Türkiye Türkçe’sine bırakmıştır.
Nazım dili, Nesir dili
Osmanlıca’nın, kendi içinde yukarıda gördüğümüz şekilde
üç devreye ayrılan uzun tarihi boyunca, nazım ve nesir sahasındaki görünüşü
birbirinden farklı olmuştur. Bu fark, bir yabancı unsurlar, bir de cümle yapısı
bakımından nazım ve nesir dili arasında görülen ayrılıktır. Şiirin, bilhassa
divan şiirinin muhteva ve şekil bakımından muayyen Ölçülere bağlı bulunması
nazım diline de tesir etmiş ve Osmanlıca’da umumiyetle tek bir çeşit nazım dili
oluşmuştur.
Buna karşılık Osmanlıca içinde ilmi ve didaktik eserlerde
ayrı edebi eserlerde ayrı bir nesir dili kullanılmıştır. ilmî nesir dili bir
dereceye kadar sade ve basit bir dil, edebî nesir dili ise çok aşırı ve sun’î
bir şekilde yabancı unsurlarla dolu, secili ve kelime gurubu silsilelerinden
örülmüş bir dildi. Bu iki çeşit nesir dili Osmanlıca’da daima yan yana
yürümüştür. Burada şu noktayı belirtelim ki adî nesirde edebî nesre göre bir
sadelik ve basitlik vardı, yoksa umumî olarak o da yabancı unsurlarla dolu
karışık bir dil, birOsmanlıca idi. İşte umumiyetle bir çeşit olan nazım dili
ile iki çeşit olan nesir dili yabancı unsurlar ve cümle yapısı bakımından Osmanlıca
içinde farklı bir durumda bulunmuşlardır.
Yabancı unsurlar bakımından Osmanlıca’nın ilk devresinde
nazım ve nesir dili aşağı yukarı birbirine yakındır. yabancı unsurlar her
ikisinde de çoğalmıştır. Daha çok nazım dilinde görülen terkipler, eski basitliğini
muhafaza etmekle beraber bu devirde henüz fazla zincirleme hâlinde değildir.
Umumiyetle nesir dili, nazım diline göre daha sade bir durumdadır. Fakat nazım
dili pek değişmediği hâlde nesir dili gittikçe ağırlaşmaktadır devrenin
sonlarında bu gidiş hızlanmış ve nesir dili nazım diline göre çok ağır bir dil
hâline gelmiştir.
Osmanlıca’nın en koyu devri olan ikinci devrede ise bu
koyuluk hem nazımda, hem nesirde görülür. Fakat nesirde çok aşırı bir
durumdadır. Nazım dili ise eskiye göre o kadar ağırlaşmamış ve nesir dilinin
yanında oldukça sade kalmıştır. Nazım dilinde eski basit terkipler yerini
üçüzlü. dördüzlü ve daha geniş zincirleme terkiplere bırakmış nesirde ise
ağırlık ve koyuluk içinden çıkılmaz bir hâle gelmiş, bilhassa edebî nesir
Türkçe olmaktan büsbütün çıkmıştır. Üçüncü devrede ise nazım ve nesir dili
birbirine yine yakındır ve her ikisinde de nisbî bir sadeliğe gidiş vardır.
Bu gidiş devre boyunca nesirde daha süratli olmuş,
nazımda ise, koyu Osmanlıca devrinde divan şiirinde de tek tük olarak
görülebilen sade örnekler gittikçe artmakla beraber, bol yabancı unsurlu ve
terkipli dilden kurtulmak daha güç olmuştur Devre bittikten sonra sonra da
Osmanlıca’nın Türkiye Türkçe’si içine taşmaları daha çok nazım dilinde olmuş ve
daha sonra tarihî hatıra olarak verilen tek tük Osmanlıcaörnekler de hep nazım
sahasında kalmıştır. Bu arada Türkçe’nin yakasını en geç bırakan eski dilin
resmî muhaberede ve mevzuatta kullanılan köhne nesir dili olduğunu da unutmamak
lâzımdır. Türkçe bugün bile yakasını bu kırtasiye dilinden tamamıyla
kurtaramamıştır. Fakat bu, adî nesrin her devirde ağır olan çok hususî bir
koludur ve umumî nesir diline ayak uyduramamasının fazla bir kıymeti yoktur.
Osmanlıcanın nazım ve nesir dili asıl, yabancı unsurlar
bakımından değil, cümle yapısı bakımından birbirinden çok farklı bir
durumdadır. Divan şiirinde mânânın bir beyitte tamamlanması, bir beyit dışına
taşmaması kaidesi Türk cümlesinin yapısı için çok hayırlı olmuştur. Zira
mânânın bir beyitle tamamlanması demek, bir beytin hiç değilse bir cümle
olması, bir cümlenin en çok bir beyit uzunluğunda bulunması demektir. Gerçekten
divan şiirinde her beyit en çok bir cümleden, birçok defa da birden fazla
cümleden müteşekkil olmuştur. Bu suretle Osmanlı şiirinde cümleler daima kısa,
unsurları sade ve yerli yerinde Türk cümleleri olarak kalmış, nazım dilinde
Türkçe cümle yapısı Türkçe’nin bütün tarihi boyunca hiç değişmemiş bulunan
normal karakterlerini muhafaza etmiştir.
Osmanlıca’nın bütün tarihi boyunca şiirde Türk cümlesi
karşımıza daima sağlam olarak çıkar. Buna karşılıkOsmanlı nesrinde Türk cümlesi
tam bir perişanlık içindedir. Bu bakımdan nazım dilinin daima Türkçekalabilmiş
olmasına karşılık nesir dili çok az Türkçe olabilmiştir Çünkü nesirde şiirdeki
gibi belirli bir ölçüye sığmak mecburiyeti yoktur. Nesir, cümle unsurlarının
tam bir serbestliğe kavuştuğu sahadır. Cümlenin bir bütün teşkil eden yapısını
bozmadan o unsurları istenildiği kadar genişletmek mümkündür. İşte cümle
unsurlarının nesir dilindeki bu serbestliği Osmanlıca’da tam bir başıboşluk
hâline gelmiştir.
Yani, nesir dilindeki serbestlik istismar edilerek,
bilhassa gerundium ve edat guruplarında olmak üzere, cümle unsurlarının
çerçevesi de, sayısı da gelişigüzel bir şekilde genişletilmiş, bu yüzden uzun
uzun cümleler içinde cümle unsurları, aralarında çok defa yanlış bağlar
kurulmuş olarak bir araya getirilmiştir. Bu suretle Türk cümlesinin sağlam
yapısı Osmanlı nesrinde umumiyetle bozulmuş ve cümleler çok defa büyük bir
kelime yığınından ibaret kalmıştır. Cümle unsurları genişledikçe, cümle
uzadıkça hâkim olmak güçleşir, Cümle büyüyünce hâkimiyeti elden kaçırmamak için
dili iyi bilmek, onun kaidelerini iyice hazmetmiş olmak, onun yapısını teşkil
eden örgü karşısında tam bir hassasiyete sahip bulunmak lâzımdır. Üç dilli bir
dil olan Osmanlıca’da ise yazıcılar maalesef Türkçe’yi incitmeyecek bir nesir
diline sahip olamamışlardır.
Bunda Osmanlıca’nın karışık dil olmasının çok büyük bir
rolü vardır. Bu karışık dilin öğretimi sırasında esas emek ve dikkat daima
Arapça ve Farsça üzerinde toplanarak Türkçe ihmal edildiği gibi, yazı yazarken
de Arapça ve Farsça terkipler yapmak hevesi Türkçe’ye itina etmeğe vakit
bırakmamıştır. Bu hususla, Türkçe’ye çevrilirken cümle unsurları Türk cümlesine
uygun bir sıraya konmadan yerli yerinde bırakılan Arapça ve Farsça’dan yapılmış
tercümelerin de çok tesiri olduğunu unutmamak lâzımdır. Hülâsa, Osmanlıca’nın
nesir sahasında Türkçe, bünyesine aykırı bir yapıya sahip cümlelerle bozuk
düzen bir yazı dili manzarası göstermiştir. Bu bozuk düzenliği en çok
Osmanlıca’nın ikinci devresinde görüyoruz. ilk devrede tercüme tesiri çok
hissedilmekle beraber Eski Anadolu Türkçe’sinden devralınan nesir dilinde cümle
yapısı oldukça sağlamdır. Fakat ikinci devrede bu yapının Türkçe olan tarafı
kalmamıştır denilebilir.
Cümle yapısındaki bozukluğun nisbeti ise yabancı
unsurların derecesi ile cümle uzunluğuna göre değişik olmuştur. Yabancı
unsurları fazla ve cümleleri uzun olan yazılarda bozukluk çok olmuş, oldukça
sade ve kısa cümleli olan yazılarda ise daha az olmuştur, Osmanlıca’nın son
devrine gelince, bu devrede nesir dilinin kısa zamanda Türkçe cümle yapısına
kavuştuğunu görmekteyiz. Tanzimatla beraber nesirde artıkTürk cümlesi sağlam
bir yapıya sahip olmuştur.
Bu devir cümleleri, eskisi kadar olmamakla beraber, yine
bir hayli uzun olmuşlar, fakat yapılan Türkçe’ye aykırı düşmemiştir, Arada
sırada bozuk cümlelere rastlanmakla beraber umumî olarak nesir dilinde cümle
yapısının büyük bir selâmetle çıktığı açıkça görülmektedir. Bu devrede nazım
dilinde ise cümleler eskisinden daha fazla uzun olmak yoluna girmişlerdir.
Yeni edebiyatla beraber mânânın bir beyitte tamamlanması
mecburiyeti ortadan kalkınca bir cümle icabında bir kaç mısra içine yayılmış,
böylece bilhassa devrenin sonlarına doğru uzun nazım cümleleri ortaya
çıkmıştır. böylece cümlelerde nadir olarak bazen yapı sakatlıkları görülmekle
beraber,Osmanlıca’nın bu son devresinde de, cümleler biraz uzadığı hâlde umumî
olarak nazım dilinin cümle yapısı her zamanki gibi sağlam kalmış böylece
Osmanlıca’nın ömrü tamamlandığı zaman Türk cümlesi hem nazım dilinde, hem nesir
dilinde Türkiye Türkçe’sine sağlam bir yapı ile girmiştir.
Türkiye Türkçesi
Türkiye Türkçe’si Batı Türkçesinin üçüncü devresidir. Bugün
de devam etmekte olan bu devre, 1908 meşrutiyetinden sonra başlar. Bu yeni
devrenin 1908 meşrutiyetinden sonra başlayan ve Cumhuriyete kadar devam eden
ilk safhası Türkiye Türkçesinin başlangıç devri mahiyetindedir bu kısa devirde
çok süratli bir şekilde ortaya çıkan yeni yazı dilinin yanında Osmanlıca henüz
tamamıyla sahneden çekilmiş değildir. Fakat lam manasıyla son günlerini
yaşamakta ve umumi dil olmaktan çıkarak muayyen kalemler tarafından tutulmağa
çalışılan hususî bir dil durumuna düşmüş bulunmaktadır.
Hâsılı bu devir. Osmanlıca’nın son örnekleri ile Türkiye
Türkçesinin ilk örneklerinin yan yana bulunduğu devirdir, Osmanlıca’nın bu son
örneklerine yeni dil gittikçe fazla sokulduğu gibi, yeni dilin ilk örneklerinde
de bazı Osmanlıca unsurlar, eskimiş bazı kelimeler, bazı terkipler
görülmektedir. Yukarıda da söylediğimiz gibi değişiklik bir neslin hayatı
içinde ortaya çıktığı için Osmanlıca’dan yeni dilin ilk örneklerine bu şekilde
ufak tefek taşmalar olmuştur. Fakat yeni dil bu küçük taşmalardan bu ilk devre
içinde kendisini süratle kurtarmış, temiz Türkçe’nin sayısız örneklerini
vererek Osmanlıca’yı kısa zamanda gerilerde bırakmıştır Öyle ki Cumhuriyet deri
başlarken Osmanlıca artık çoktan ölü bir dil hâline gelmiş ve yazı dilinin
bütün ufukları Türkiye Türkçe’sine açılmış bulunuyordu.
Türkiye Türkçesini Osmanlıca’dan ayıran başlıca hususiyet
onun yabancı unsurlar karşısındaki durumudur, Dilin iç yapısı, yani Türkçe
bakımından Batı Türkçesinin bu iki devresi arasında bir devre farkı olmadığını,
bu iki devrenin yabancı unsurlar bakımından ayrı devreler teşkil ettiğini
yukarıda da açıklamıştık. Yabancı unsurlar bakımından bu iki devre arasında
gerçekten çok büyük bir fark vardır. Bu farkın en ehemmiyetli tarafı terkipler
bakımından olan ayrılıktır. Türkiye Türkçe’si terkipsiz Türkçe’dir.
Türkiye Türkçesinin en belirli vasfı budur. Bu bakımdan
Türkiye Türkçe’si Bütün Türkçe’nin en temiz devridir, Az ve basit olmakla
beraber Eski Anadolu Türkçe’sinde yabancı terkipler vardı. Osmanlıca tam
mânâsıyla terkipli dil demektir. Türkiye Türkçe’si ise Türk yazı dilinin bu
Arapça, Farsça terkiplerden kurtulmuş olduğu mesut devridir. Bir dil, yabancı
bir dilin tesirinde kalabilir, Bu tesir, lügat hazinesinde. yani kelime
sahasında kaldığı müddetçe ne kadar aşırı olursa olsun dil için bir tehlike
teşkil etmez. Fakat kelime sahasını aşar ve kelime guruplarına, cümle sahasına
el atarsa dilin yapısı tehlikeye girer. dilin gidişi çığırından çıkar.
Dilin, yapısını ayakta tutabilmek üzere bunlara mukavemet
edebilmesi için çok sağlam bir bünyeye sahip bulunması lâzımdır. Osmanlıca’da
Türkçe’ye korkunç bir nisbette karışan Arapça ve Farsça terkipler de bu şekilde
kelime sahasında kalmayan, cümle sahasına giren yabancı unsurlardı. Türkçe’nin
bünyesi çok sağlam olduğu için bunlara asırlarca mukavemet edebilmiş ve zamanı
gelince onlardan kolaylıkla silkinerek kendi yapısı ile baş başa kalmıştır.
Fakat bu yabancı unsurlar onun ifade kabiliyeti için çok
zararlı olmuşlar, onun gelişmesine asırlarca çelme takmışlardır. İşte Türkiye
Türkçesini Osmanlıca’dan ayıran en büyük vasıf, onun bu şekilde terkipsizTürkçe
olmasıdır. Bu sebeple Osmanlıca’nın sonları ile Türkiye Türkçesinin başlarında
karşımıza çıkacak örnekleri de bu kıstasa göre ayırmak icap eder. Elimizdeki
örneğin dili, terkipsiz ise Osmanlıca, terkipsiz ise Türkiye Türkçe’sidir.
Türkiye Türkçe’si terkipler dışındaki yabancı unsurlar
bakımından da Osmanlıca’dan çok farklıdır. Bir kere Türkiye Türkçe’si
Osmanlıca’daki yabancı çekim edatlarından, Arapça, Farsça çokluk yapmak gibi yabancı
kaidelerden de kurtulmuştur. Sonra yabancı kelime sayısı büyük ölçüde azalmış
ve azalmaktadır. Fakat, bir kısmı konuşma diline de yerleşmiş olduğu için,
Türkiye Türkçe’sinde bugün hâlâ pek çok Arapça veFarsça kelime vardır.
Bu hususta Türkiye Türkçe’si Batı Türkçesinin en temiz
devri değildir. Osmanlıca ile mukayese edilemeyecek kadar temiz bir durumda
olmakla beraber, Eski Anadolu Türkçe’sinden daha çok yabancı kelime ihtiva
etmektedir. Demek ki Türkiye Türkçe’sinde yabancı unsur olarak yalnız çok sayıda
Arapça,Farsça kelimeler kalmıştır. Bu arada bazı terkipler de görülür, fakat
bunlar tek kelime muamelesi gören klişeleşmiş şeyler olup, sayıları da çok
azdır. Türkiye Türkçesinin diğer devrelerden bir farkı da batı dillerinden bazı
yabancı kelimeler almış olmasıdır.
Türkiye Türkçe’sinde cümle yapısı da büyük bir aydınlığa
kavuşmuştur. Bu devrede Türk cümlesi eski devrelerdeki karışık ve mânâsız
uzunluğun dan kurtulmuş, kısa, derli toplu yanlışsız cümle hâline gelmiştir.
Osmanlıca’dan Türkiye Türkçe’sine geçiş, yazı dilini
konuşma diline yaklaştırmak suretiyle olmuştur.Osmanlıca, konuşma dilinden çok
uzaklaşmış derece sun’î bir yazı dili idi. Türk yazı dilini daima temiz kalan
konuşma diline yaklaştırınca yazı dili kolaylıkla Türkçe’yi bulmuş ve sun’i Osmanlıca
tarihe karışmıştır. Esasen Türkçe’ye sokulmuş olan yabancı unsurlar Arapça,
Farsça gibi gerek menşe, gerek yapı bakımından Türkçe ile hiç ilgisi bulunmayan
bir Sâmi, bir Hind-Avrupa dilinden gelme idi.
Bu sebeple bu unsurlar Türkçe’nin bünyesi içinde daima
yabancı kalmış ve büyük sun’iliğe dayanan iğreti durumlar, yazı dili konuşma
dili kaynağına dönünce çabucak sarsılarak üçüzlü sun’î dil en kısa zamanda
yıkılıp gitmiştir. Yazı dili konuşma diline yaklaştırılırken tabiî öteden beri
kültür merkezi olarak Türkçebakımından esasen yazı dilinin dayandığı konuşma
diline sahip bulunan muhitin dili, yani İstanbulTürkçe’si esas alınmıştır. Bu
sebeple bu gün Türk yazı dili yani Türkiye Türkçe’si hemen hemen İstanbul
konuşma dilinin, İstanbul Türkçesinin aynidir. Yazı ve konuşma dili olarak
ikisi arasındaki fark en aşağı bir derecededir.
Hülâsa, ana çizgileri ile başlıca vasıflarını
belirttiğimiz Türkiye Türkçe’si bugün tam bir özleşme, güzelleşme gelişme
hâlindedir. Batı Türkçe’si bu son devre ile çok hayırlı bir yola girmiş ve Türk
yazı dilinin bütün gelişme ufukları açılmıştır. Kuvvetli bir yazı dili olmak
üzere gelişme yoluna giren TürkiyeTürkçesinin yürüyüş hızı devre boyunca
memnunluk verici bir seyir göstermiş. 1928’de eski harflerin terk edilmesinden sonra
ise büsbütün artmıştır. Bu devirde son zamanlarda bile arada sırada Osmanlıca
bazı şiirler yazıldığı da görülmektedir. Fakat ölü dille yazılmış olan bu bir
kaç şiir şüphesiz ancak tarihi birer hatıradan ibarettir.
Netice
Bütün bu yukarıdan beri söylediklerimizi toparlayacak
olursak, demek ki Batı Türkçe’si kendi içinde birbirini takip eden ve birbirini
geçmiş bulunan üç devreye ayrılmaktadır. Bu devrelerin birincisi olan ve iki
asır devam eden Eski Anadolu Türkçe’si Selçuklular, Anadolu beylikleri ve ilk
Osmanlıların yazı dilidir. İkinci devre İstanbul’un fethinden Osmanlı
İmparatorluğunun sonuna kadar imparatorluğun yazı diliolarak beş asra yakın bir
Ömür sürmüş bulunan Osmanlıcadır. Üçüncü devreyi teşkil eden TürkiyeTürkçesinin
hayatı ise henüz yarım asrı geçmemiştir. Yani, Osmanlıca Batı Türkçesinin en
uzun devresidir.
Bu uzun devre Batı Türkçesinin ayni zamanda en güç
devresidir de. Bu devir metinlerin üzerine eğilirken üçüzlü yazı dilinde
Türkçe’den başka iki yabancı ortağın gerekli kaidelerini de bilmek lâzımdır.
Türkçe’ye kendi kaideleri ile girmiş bulunan bu yabancı unsurlar, bir taraftan
Eski Anadolu Türkçe’sinde görünmeğe başlamış olduğu, diğer taraftan, kelime
hâlinde de olsa, Türkiye Türkçe’sine de taşmış bulunduğu için bir dereceye
kadar Osmanlıca’dan önceki ve sonraki devreleri de ilgilendirirler.
Osmanlıca’daki Arapça, Farsça unsurların mahiyetini
öğrenmek ilk ve son devrenin yabancı unsurlarını da yakından görüp bilmek
demektir. Yani, Osmanlıca’nın yabancı unsurlarını kavramakla bütün BatıTürkçesinin
yabancı unsur durumu aydınlığa çıkmış olur. Türkçe bakımından ise Osmanlıca
TürkiyeTürkçe’sinden farklı olmadığı gibi, Eski Anadolu Türkçe’sine de
bağlıdır. Bu yüzden onun Türkçecephesini ele alırken Türkiye Türkçe’si ile Eski
Anadolu Türkçesini de ele almış oluruz. Hülâsa, BatıTürkçesinin en karışık ve
güç devri olan Osmanlıca’nın iç ve dış yapısını incelerken yalnız onun
hudutları içinde kalmayarak bütün Batı Türkçesini göz önünde bulundurmak
lâzımıdır.
Muharrem ERGİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder